Anasayfa / Gündem / FENER VE BALAT’TA NELER OLUYOR?

Gündem

  • 661

FENER VE BALAT’TA NELER OLUYOR?

image

Fener ve Balat’ta neler oluyor?

Ortaköy, Galata ve Karaköy derken şehrin yeni cazibe noktası Fener ile Balat’ın sokaklarına kayıyor. Gün geçmiyor ki yeni bir kafe, dükkan, otel veya sanatçı atölyesi açılmasın. Bir ayda karşılıklı olarak dört yeni kafenin misafirlerini ağırlaması artık beni şaşırtmıyor. Bu koca şehirde yaşayın ya da yaşamayın, İstanbul’u solumak istiyorsanız mutlaka bir gün bu bölgedeki sokaklarda kaybolup yeni mekanlarında keyif yapın.

 

Saffet Emre TONGUÇ

Tarihçi – Seyahat Yazarı – Profesyonel Rehber – Konuşmacı

 

elin önce Fener’e bir göz atalım.     Bizans dönemindeki adı Petrion olan semtte Phanariots olarak isimlendiren Rumlar yaşamışlar. Ticaret sayesinde daha da zenginleşmiş ve çocuklarını Avrupa’ya gönderip eğitim almalarını sağlamışlar. Bizans deniz surlarının içinde kurulan Fener’de yaşayan Rum nüfus fetihten hemen önce evlerini terk etmiş ancak Fatih Sultan Mehmed’in kendilerine dokunulmayacağı ve ibadetlerinde serbest bırakılacakları garantisini vermesi üzerine geri dönmüşler. Sanatçı Cahide Erel’in Fener’deki atölyesi İntikam dizisinde Hakan isimli karakterin eviydi. Yürüyüşümüze buradan başlayalım. Burası artık Perispri adında bir kafe. Alt kat sanat galerisi, üst katta kahvaltı, brunch ve Bizans yemekleri var. Hemen Erel’in atölyesinin yanındaki Troya Hotel eski Rum evlerinden oluşan otantik bir otel, kafesi de bulunuyor.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi 1602 yılında şu anda bulunduğu Aya Yorgi Kilisesi’ne yerleşmiş. Günümüzde dünyadaki Rum Ortodoks cemaati tarafından ana kilise olarak kabul edilen patrikhanenin orijinal bazilikası büyük yangında tamamen yanınca 1720 yılında yeniden yapılıp bugünkü görünümüne kavuşmuş. Patrikhane üçlü bir kapıdan geçilerek girilen bir avlunun ortasında yer alıyor. Ortadaki bölüm, Orta Kapı, 1821 yılında Yunanlıların Osmanlı hakimiyetinden çıkmak için başlattığı savaşı desteklediği için asılan Patrik V. Gregorios anısına kilitlenmiş ve siyaha boyanmış. 1941 yılında maruz kaldığı ikinci yangın bu yaşlı binayı hayli tahrip etmiş, geriye sadece kilisenin arkasındaki bahçenin sonunda yer alan kütüphanesi kalmış. Eğer İstanbul’daki Bizans kiliselerinin en parlak dönemlerinde nasıl olduğunu merak ediyorsanız patrikhaneyi mutlaka görmelisiniz; parıl parıl parlayan altın ikonalar ve diğer dekorasyon öğelerinin mütevazılığı arasındaki tezat dikkatinizi çekecek. Fener Rum Patrikhanesi’ndeki ayinde patriği görebilirsiniz, şaşırmayın.

Yol üzerinde; sol kolda Jeffrey Tucker’ın antikacı dükkanı var. Dedesi Thomas 1850’lerde İngiltere’den İstanbul’a gelmiş. Şirketine de soyadının Türkçeleştirilmiş halini vermiş ‘Takar Efendi’. 4. kuşak olan Jeffrey’nin yan sokaktaki evi ise müthiş bir restorasyon örneği.

Biraz da ana caddede restorasyonu yeni biten Aziz Stefan Bulgar Kilisesi’ne göz atalım... İstanbul’da yaşamını sürdüren Bulgar azınlık aslında 19. yüzyıla kadar Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıymış. 18. yüzyıl sonlarında başlayan milliyetçilik akımının etkisi ve Rusların desteğiyle, Bulgarlar kendi dillerinde ibadet etmek isteklerini iletmişler devrin padişahına. Taleplerinin kabul edilmesini takiben, ilk olarak küçük, ahşap bir kilise yapılmış burada. Yangında harap olan ahşap kilisenin yerine daha büyük bir kilisenin yapılması gündeme geldiğinde, kilisenin planını Ermeni mimar Hovsep Aznavur yapmış. Zeminin zayıf olması nedeniylebetonarme yerine demir iskelet yöntemi tercih edilmiş. Mimari olarak gotik tarzının özelliklerini taşıyan kilise, 1871 yılındaViyana’da yapılmış ve parçalar halinde Tuna Nehri üzerinden gemilerle getirtilip Haliç kıyısındaki küçük bir bahçeye kurulmuş. 1870 yılında Sultan Abdülaziz’in fermanıyla patrikhaneden bağımsız hale geçen kilisenin başına bir de Eksarh (Bulgar Ortodoks Kilisesi’nde önder) getirilmesi, Rum Patrikhanesi’nin üzerinde bir tokat etkisi yaratmış. Dünyada bu şekilde yapılmış sadece iki tane daha bina var, bu yüzden görülmeyi kesinle hak ediyor. Yolun tam karşısında bir zamanlar kilisenin okulu olarak kullanılan bina, yol seviyesinin aşağısında kalmış.

Şimdi de Vodina Cafe’nin yan sokağından tepeye iki ilginç binaya doğru tırmanalım. Önce Moğolların Meryemi Kilisesi veya Kanlı Kilise olarak bilinen Rumların Panagia Muhliotissa’sına bir bakacağız. İstanbul’un fethinden önceki dönemden bu yana kesintisiz Rumların elinde olan yegane kilise Moğolların Meryemi Kilisesi, 1261 yılında inşa ettirilmiş. Binanın İmparator VIII. Mikail Palaevb ologus’un gayri meşru kızı prenses Maria Paleologina ile ilintili bir hikayesi var. Diplomatik oyunda bir oyuncak haline gelen zavallı Maria, Moğolların büyük hükümdarı Hülagü ile evlendirilmek üzere 1265’de Moğolistan’a gönderilmiş. Prenses oraya ulaşamadan Hülagü öldüğü için, onun yerine oğlu Abagu ile evlendirilmiş ve Moğol sarayında 15 yıl geçirmiş. Kocası öldürüldükten sonra başka bir Moğolla evlenmesi istendiğinde ise isyan etmiş. İster kiliseyi o yaptırmış olsun, ister sadece ismini vermiş olsun, hayatının geri kalan kısmını kilisenin yanındaki rahibe manastırında geçirmiş. Theotokos Panaghiotissa, günümüze orjinal yapısı bozulmadan ulaşan tek Bizans kilisesi. 1453 yılında Fatih Camii’ni de yapan Rum asıllı mimar Atik Sinan, Fatih Sultan Mehmed’e niyaz ederek, kilisenin camiye çevrilmeden kilise olarak korunmasını konusunda ikna etmiş sultanı. Padişah fermanının bir kopyası bugün hala kilisede korunuyor.

Yolun karşısında ise bir zamanlar burada olan kız okulunun ve yemek salonunun harabeleri var. Kilisenin yan komşusu olan Fener Rum Erkek Lisesi şehrin en görkemli eserlerinden biri. 1881 yılında mimar Pericles Demades tarafından Fransa’dan ithal edilmiş malzemeler kullanılarak inşa edilen bu devasa kırmızı tuğla bina, zaman zaman “Kırmızı Kale” olarak da isimlendirilmiş. Özellikle Haliç’te tekne turundaysanız binayı görmemeniz ve ihtişamından etkilenmemeniz imkansız. Bu ihtişam aynı zamanda bir zamanlar bu bölgenin ne kadar zengin olduğunun da bir göstergesi. Tarihi 1454 yılına kadar uzanan o zamanlarınüniversitesinden ne yazık ki günümüze bir iz ulaşmamış, ancak buradan Dimitri Cantemir’in (1673-1723) de aralarında olduğu çok sayıda önemli şahsiyet yetişmiş. Okulun içini görmeniz zor ama eğer bir şekilde içeri girebilirseniz üst kattaki merasim salonunun dekorasyonunda kullanılan Atina çömlekçiliğinin klasik motifleriyle bezenmiş Perikles, Büyük İskender, Konstantin ve Havari Pavlus’un freskleri karşılayacak sizi. Tahmin edebileceğiniz gibi, pencereden görünen manzara dilinizin tutulmasına neden olabilecek cinsten.

Hadi gelin aşağıya inelim. Ayios Yeorgios Metokhion Kilisesi Vodina Cafe’nin yanında bulunuyor. Bu küçük ve pek de dikkat çekmeyen kilisenin 12. yüzyılda Eflak Prensi’nin şapeli olarak yapıldığı sanılıyor. 17. yüzyıl ortalarında bir “metokhion” ya da Kudüs’teki Holy Sepulchre Kilisesi’ne bağlı olarak hizmet veren bir kilise olması için satın alınmış. Günümüzdeki kilise yangın yüzünden 18. yüzyılda yeniden yapılmış. Kiliseyi bu kadar ilginç kılan mimari özelliklerinden ziyade, büyük Yunanlı matematikçi Arşimed’in yedi çalışmasının 10. yüzyıl kopyalarından üçünün; geçmişte burada bulunuyor olması. Bugüne kadar ulaşabilmeleri bir mucize gibi görünse de işin aslı şu; bu çalışmaların yazıldığı parşömenler, 13. yüzyılda bir dua kitabının yazılmasında yeniden kullanılmışlar. Arşimed Parşömeni de (www.archimedespalimpsest.org) denilen bu çalışmanınİstanbul’da yapıldığı hemen hemen kesin gibi. 1906 yılında John Ludwig Heiberg tarafından ortaya çıkarılmış. Bugün ABD Baltimore’daki Walters Sanat Müzesi’nde bulunuyorlar.

 

Balat

Balat adeta bir atölye, burası fotoğraf sanatını öğrenmek isteyen herkesin en az bir kez uğradığı, profesyonelce poz vermeyi çoktan öğrenmiş çocukların gönüllü asistanlığı ile ilk fotoğrafların çekildiği yer. Fener ve Ayvansaray arasında yer alan Balat, karşısındaki Hasköy gibi geniş Yahudi nüfusunu barındırmış yıllarca, bu nedenle de cami ve kiliselerle birlikte sinagoglar da ulaşmış günümüze. Önce Sümer Yerli Mallar dükkanına bir bakın. Sahibi Yakup Bey burayı 1960’larda kurmuş ve dükkan o günkü haliyle kalmış. İçine girmek zaman makinesinde yolculuk gibi.

Ahrida Sinagogu, İstanbul’daki en eski sinagog unvanını elinde tutuyor. Adını cemaatinin geldiği Makedonya’daki Ohri’den alan sinagog 1694 senesinde bir yangını takiben yeniden yapılmış ama o zamanlarda dini azınlıkların kubbe yapmaları yasaklandığından dışarıdan görülmeyen bir iç kubbe ile inşa edilmiş. Kimilerine göre Nuh’un Gemisi’ni hatırlatmak amaçlansa da Teva’nın (dua kürsüsü) şekli Yahudileri İspanya’dan Balat’a getiren geminin pruvasına benziyor. 500 kişilik ibadet kapasitesi ile bugün bile İstanbul’un en geniş sinagoglarından olan Ahrida, 93 Harbi sırasında Ruslara karşı savaşan Türk askerleri için duaların edildiği bir tören düzenlemesiyle de ünlü.

1955’te restore edilen ve bugün de ibadete açık olan sinagogun ilginç, tarihi bir özelliği var. Sabetaycılığı başlatan İzmirli Sabetay Sevi 1666 yılında burada mesih olduğunu açıklayıp geniş kitlelere hitap etmiş. Günümüzde ise Balat’ta yaşayan neredeyse hiç Yahudi kalmadı. Sinagog Yahudilerin Türkiye’ye gelişlerinin 500. yıldönümünde restore edildi.

Sinagogdan sağa Düriye Sokak’a saparsanız Surp Hreşdagabed Kilisesi’ne ulaşırsınız. Tarihi XVI. yüzyıla uzanan bu Ermeni kilisesi XVIII. yüzyılda Ayios Andonios Ayazması’nın üstünde inşa edilmiş. Mikail ve Cebrail’e adanan kilisenin demir kapısı Topkapı Sarayı çevresindeki bir kazıda çıkarılmış ve bir Ermeni tarafından satın alınarak kiliseye takılmış. Kapının üzerinde Aya Yorgi’nin bir ejderhayı öldürüşü ve İsa’nın Göğe Yükselişi’nin anlatıldığı kabartmalar bulunuyor. Bitişikteki XIX. yüzyıl okul binası ise bugün depo olarak kullanılıyor. Kilisede en önemli ayin 12 Eylül günü yapılıyor ve mucizeler gerçekleştiğine inanılan bu mekana o gün Müslümanlar da geliyor. Tim Kelsey, 1996’da yayınladığı Dervish isimli kitabında “Surp Hreşdagabed Kilisesi Hıristiyan ve Müslümanların bir araya gelip ibadet ettiği dünyada belki de tek yer” diye yazmış.